BAŞBUĞ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ün TÜRKÇÜ,TURANCI,MİLLİYETÇİ DÜŞÜNCELERİ
<< < (2/11) > >>
Bağatur-Şad:
Atatürk büyük bir önder ve gerçek bir Türkçü
Bu düşüncelerini biliyordum ama bir daha tekrarlayınca gözlerim doldu bana özellikle Turan için fikirleri hayatımda dahaçok mücadele şevki verdi...Başbuğların başbuğu Türk'ün en türkçü atası ruhu şad olsun.
Tengiz:
Alıntı sahibi: K A L K A N üzerinde 22 Kasım 2009, 23:45:50
1933 yılında, Amerikalı General McArthur'un "Sizin Türkiye'nin geleceği hakkında tasavvurlarınız nedir?" sorusuna, Büyük Önder Atatürk, "Allah, nasip eder, ömrüm vefa ederse Musul, Kerkük ve adaları geri alacağım. Selanik de dahil Batı Trakya'yı Türkiye hudutları içine katacağım" cevabını verir.
Bu sözlerden sonra amerikanın Atatürk'ü büyük tehlike olarak görüp öldürmeyi amaçladığı söylenir...
K A L K A N:
Köprülerin (Linklerin) Görülmesine İzin Verilmiyor.
Köprüleri (Linkleri) Görebilmek İçin Üye Olun veya Giriş Yapın
ATATÜRK, 14 Eylül 1931 günü bir sohbet sırasında anlattığı
aşağıdaki hatırasıyla kendisinde milliyetçilik fikrinin gelişmesini çok net bir
şekilde dile getirmektedir:
"Bizim neslin gençlik yıllarına Osmanlılık telkin ve etkileri hâkimdi.
İmparatorluk halkını meydana getiren Türk'ten başka milletlere, bu arada
yanlış bir din anlayışıyla Araplara, sarayın, ordu ve devlet ileri gelenleri
arasında bulunan ırktaşlarının etkisiyle Arnavutlara özel bir değer veriliyor,
onlardan söz edilirken 'kavmi necip' deyimi ile sıfatlandırılarak bu duygunun
belirtilmesine çalışılıyor, memleketin sahibi ve devletin kurucusu olan biz
Türkler, ikinci plânda gelen önemsiz halk yığınları sayılıyordu.
Şair Mehmet Emin Yurdakul'un, ilk defa Manastır Askerî İdadisinde
öğrenci iken okuduğum 'Ben bir Türk'üm, dinim, cinsim uludur' mısrasıyla
başlayan manzumesinde, bana millî benliğimin gururunu tattıran ilk anlatımı
bulmuştum. Fakat ben asıl bunu, orduya katıldığım ilk günlerde, bir Anadolu
çocuğunun gözyaşlarında gördüm ve kuvvetle duydum. Ondan sonra
Türklük, benim en derin güven kaynağım, en engin övünç dayanağım oldu.
Kendimi hiçbir zaman Osmanlılığın telkin ettiği başka milletleri öven ve
Türklüğü aşağı gören eksiklik duygusunu kaptırmadım.
Bakınız nasıl oldu? Kurmaylık stajı için verildiğim süvari alayı,
Hayfa'da bulunuyordu. Kışla ile deniz arasında geniş bir talim alanı vardı ve
piyade acemi eğitim devri yeni başlamıştı. Erleri bölgeden toplanmış Arap
gençlerinden, öğretici kadro da tecrübeli ve Anadolulu kıt'a çavuşları olan
Türk delikanlılarından kurulu idi. Katıldığım bölüğün alaydan yetişmiş,
Makedonya Türklerinden, ileri yaşlı bir yüzbaşısı vardı. Erlere çavuşlar talim
yaptırıyor, biz subaylar arada dolaşarak çalışmaları izliyor ve denetliyorduk.
Yüzbaşı, çavuşlarına karşı sert davranıyor, yeni erlere karşı ise fazla şefkatli
görünüyordu. Onların herhangi bir şekilde azarlanmasına, hırpalanmasına
gönlü razı olmadığını ısrarla söylüyordu. Hâlbuki talimlerde, Türkçe
bilmedikleri için, çavuşların söylediklerini iyi anlayamayan kimi erlerin yanlış
hareketlerinin, zaman zaman çavuşların sabırlarını tükettiği, sertçe
davranışlarına yol açtığı da oluyordu. Bir gün yüzbaşı, bu yolda hareketten
kendini alıkoyamayan bir çavuşunu mimlemiş ve talimden dönüldükten
sonra, birlikte oturduğumuz bölük komutanlığı odasına çağırtmıştı. Takım
komutanıyla birlikte gelerek yüzbaşısını saygıyla ve askerce selâmlayan
çavuş, yirmi beş yaşlarında dinç ve yakışıklı, ince bıyıklı, elmacık kemikleri
fazla kabarık, uyanık bir Türk çocuğu idi. Yüzbaşı, onu millî onurunu ağır
şekilde hançerleyen '...Türk!' sözleriyle azarlamaya başlamıştı. 'Sen nasıl
olur da kavmi necibi Arap'a mensup, Peygamberimiz Efendimizin mübarek
soyundan olan bu çocuklara sert davranır, ağır söz söyler, onların kalbini
kırarsın? Kendini bil, sen onların ayağına su bile dökmeye lâyık değilsin...'
gibi gittikçe manasızlaşan, fakat yaşlı yüzbaşının samimî inancından kuvvet
alan sözlerle hakaret ediyor, gittikçe asabîleşiyordu. Ben dikkatle çavuşun
yüz ifadesini izliyordum. Başlangıçta üstünde bir babaya duyulan saygının
içtenliği okunan çizgiler sertleşmeye, içten gelen haklı bir isyanın ateşleri
gözlerinde okunmaya başlamıştı. Fakat gerçek itaatin simgesi olan her Türk
askeri gibi bu da iç duygularını gemlemesini bildi. Sessizce göz pınarlarından
dökülmeye başlayan yaş damlaları, yanaklarında birbirini kovalayarak
bıyıkları üstünde toplanıyor ve kendini böylece yatıştırmaya çalışıyordu. Ben,
bir taraftan üzgün ve sinirli, bu sahneyi seyreder ve söylenenleri dinlerken, bir
yandan da içimde bir isyan duygusu şahlanıyor ve şöyle düşünüyordum: 'O
erin bağlı olduğu kavim, birçok bakımdan necip olabilirdi. Fakat çavuşun,
yüzbaşının ve benim bağlı olduğumuz kavmin de tarihleri şerefle dolduran
büyük ve asil bir millet olduğu da bir an şüphe
götürmez bir gerçekti. Türklük hakkındaki o günkü görüş ise doğrudan
doğruya Türk aydınlarının kendi kendini bilmemesinden ve başka milletlerde
şu veya bu sebeple üstünlük var sayarak, kendini onlardan aşağı
<< < (2/11) > >>
Bağatur-Şad:
Atatürk büyük bir önder ve gerçek bir Türkçü
Bu düşüncelerini biliyordum ama bir daha tekrarlayınca gözlerim doldu bana özellikle Turan için fikirleri hayatımda dahaçok mücadele şevki verdi...Başbuğların başbuğu Türk'ün en türkçü atası ruhu şad olsun.
Tengiz:
Alıntı sahibi: K A L K A N üzerinde 22 Kasım 2009, 23:45:50
1933 yılında, Amerikalı General McArthur'un "Sizin Türkiye'nin geleceği hakkında tasavvurlarınız nedir?" sorusuna, Büyük Önder Atatürk, "Allah, nasip eder, ömrüm vefa ederse Musul, Kerkük ve adaları geri alacağım. Selanik de dahil Batı Trakya'yı Türkiye hudutları içine katacağım" cevabını verir.
Bu sözlerden sonra amerikanın Atatürk'ü büyük tehlike olarak görüp öldürmeyi amaçladığı söylenir...
K A L K A N:
Köprülerin (Linklerin) Görülmesine İzin Verilmiyor.
Köprüleri (Linkleri) Görebilmek İçin Üye Olun veya Giriş Yapın
ATATÜRK, 14 Eylül 1931 günü bir sohbet sırasında anlattığı
aşağıdaki hatırasıyla kendisinde milliyetçilik fikrinin gelişmesini çok net bir
şekilde dile getirmektedir:
"Bizim neslin gençlik yıllarına Osmanlılık telkin ve etkileri hâkimdi.
İmparatorluk halkını meydana getiren Türk'ten başka milletlere, bu arada
yanlış bir din anlayışıyla Araplara, sarayın, ordu ve devlet ileri gelenleri
arasında bulunan ırktaşlarının etkisiyle Arnavutlara özel bir değer veriliyor,
onlardan söz edilirken 'kavmi necip' deyimi ile sıfatlandırılarak bu duygunun
belirtilmesine çalışılıyor, memleketin sahibi ve devletin kurucusu olan biz
Türkler, ikinci plânda gelen önemsiz halk yığınları sayılıyordu.
Şair Mehmet Emin Yurdakul'un, ilk defa Manastır Askerî İdadisinde
öğrenci iken okuduğum 'Ben bir Türk'üm, dinim, cinsim uludur' mısrasıyla
başlayan manzumesinde, bana millî benliğimin gururunu tattıran ilk anlatımı
bulmuştum. Fakat ben asıl bunu, orduya katıldığım ilk günlerde, bir Anadolu
çocuğunun gözyaşlarında gördüm ve kuvvetle duydum. Ondan sonra
Türklük, benim en derin güven kaynağım, en engin övünç dayanağım oldu.
Kendimi hiçbir zaman Osmanlılığın telkin ettiği başka milletleri öven ve
Türklüğü aşağı gören eksiklik duygusunu kaptırmadım.
Bakınız nasıl oldu? Kurmaylık stajı için verildiğim süvari alayı,
Hayfa'da bulunuyordu. Kışla ile deniz arasında geniş bir talim alanı vardı ve
piyade acemi eğitim devri yeni başlamıştı. Erleri bölgeden toplanmış Arap
gençlerinden, öğretici kadro da tecrübeli ve Anadolulu kıt'a çavuşları olan
Türk delikanlılarından kurulu idi. Katıldığım bölüğün alaydan yetişmiş,
Makedonya Türklerinden, ileri yaşlı bir yüzbaşısı vardı. Erlere çavuşlar talim
yaptırıyor, biz subaylar arada dolaşarak çalışmaları izliyor ve denetliyorduk.
Yüzbaşı, çavuşlarına karşı sert davranıyor, yeni erlere karşı ise fazla şefkatli
görünüyordu. Onların herhangi bir şekilde azarlanmasına, hırpalanmasına
gönlü razı olmadığını ısrarla söylüyordu. Hâlbuki talimlerde, Türkçe
bilmedikleri için, çavuşların söylediklerini iyi anlayamayan kimi erlerin yanlış
hareketlerinin, zaman zaman çavuşların sabırlarını tükettiği, sertçe
davranışlarına yol açtığı da oluyordu. Bir gün yüzbaşı, bu yolda hareketten
kendini alıkoyamayan bir çavuşunu mimlemiş ve talimden dönüldükten
sonra, birlikte oturduğumuz bölük komutanlığı odasına çağırtmıştı. Takım
komutanıyla birlikte gelerek yüzbaşısını saygıyla ve askerce selâmlayan
çavuş, yirmi beş yaşlarında dinç ve yakışıklı, ince bıyıklı, elmacık kemikleri
fazla kabarık, uyanık bir Türk çocuğu idi. Yüzbaşı, onu millî onurunu ağır
şekilde hançerleyen '...Türk!' sözleriyle azarlamaya başlamıştı. 'Sen nasıl
olur da kavmi necibi Arap'a mensup, Peygamberimiz Efendimizin mübarek
soyundan olan bu çocuklara sert davranır, ağır söz söyler, onların kalbini
kırarsın? Kendini bil, sen onların ayağına su bile dökmeye lâyık değilsin...'
gibi gittikçe manasızlaşan, fakat yaşlı yüzbaşının samimî inancından kuvvet
alan sözlerle hakaret ediyor, gittikçe asabîleşiyordu. Ben dikkatle çavuşun
yüz ifadesini izliyordum. Başlangıçta üstünde bir babaya duyulan saygının
içtenliği okunan çizgiler sertleşmeye, içten gelen haklı bir isyanın ateşleri
gözlerinde okunmaya başlamıştı. Fakat gerçek itaatin simgesi olan her Türk
askeri gibi bu da iç duygularını gemlemesini bildi. Sessizce göz pınarlarından
dökülmeye başlayan yaş damlaları, yanaklarında birbirini kovalayarak
bıyıkları üstünde toplanıyor ve kendini böylece yatıştırmaya çalışıyordu. Ben,
bir taraftan üzgün ve sinirli, bu sahneyi seyreder ve söylenenleri dinlerken, bir
yandan da içimde bir isyan duygusu şahlanıyor ve şöyle düşünüyordum: 'O
erin bağlı olduğu kavim, birçok bakımdan necip olabilirdi. Fakat çavuşun,
yüzbaşının ve benim bağlı olduğumuz kavmin de tarihleri şerefle dolduran
büyük ve asil bir millet olduğu da bir an şüphe
götürmez bir gerçekti. Türklük hakkındaki o günkü görüş ise doğrudan
doğruya Türk aydınlarının kendi kendini bilmemesinden ve başka milletlerde
şu veya bu sebeple üstünlük var sayarak, kendini onlardan aşağı